Görünmez Kuralların Gölgesinde Hayat
Hayat, çoğu zaman bize kendi hikâyemizi yazma fırsatı tanımaz. Daha biz çocukken, toplum bizim için bir senaryo yazmaya başlar. Ne istediğimizi, kim olduğumuzu bile tam anlamadan, “Bunu yap, şunu yapma” diyen sesler çevremizi sarar. Kadın ya da erkek olmanız fark etmez; hepimizin önüne bir “ideal yaşam” tablosu konur. “Şu mesleği seç,” “şöyle bir aile kur,” “şunu giyme, bunu söyleme” gibi kurallar, sanki bizim iyiliğimiz içinmiş gibi sunulur. Ama aslında bu kuralların arkasında hep bir şey yatar: Başkalarının onayını kaybetme korkusu.
Farkında bile olmadan, hayallerimizi küçültür, seçimlerimizi başkalarının onayına göre alırız. Çünkü toplumun bizim için çizdiği o kırmızı çizgilerin dışına çıkmaktan çekiniriz. Ama bir gün durup düşündüğümüzde fark ederiz ki, yaşadığımız hayat aslında bizim seçimimiz değil. Sadece bizden beklenen bir rolü oynamışız. Oysa hayat, başkalarının bizim için yazdığı bir senaryo olmamalı. Hayat, kendi seçimlerimizle çizmemiz gereken bir yol olmalı. Ve bunu fark etmek, önce bize dayatılanları sorgulamaktan geçer.
Dayatmaları fark ettiğin an, belki de ilk defa nefes aldığını hissedersin. Kendine dair, kendi istediğin kararları almaya başladığında içinde küçük ama güçlü bir huzur filizlenir. Artık ne ailenin, ne çevrenin, ne de toplumun sana gösterdiği yoldan gitmek zorunda hissetmezsin. İlk defa gerçekten özgür olmanın ne demek olduğunu anlamaya başlarsın. Çünkü sırf çevrendekileri mutlu etmek için istemediğin bir mesleği seçmek ya da sevmediğin bir eşi hayatına almak, aslında kendi özgürlüğünden vazgeçmek demektir. Ve bir kez bunu fark ettiğinde, kendi özgürlüğün için savaşmaya başlarsın. Önüne nasıl bir engel çıkarsa çıksın, yalnız da kalsan, her şeyini kaybediyormuş gibi hissetsen bile, kendi istediğin gibi yaşama cesareti tüm korkuları siler.
Bu yazıyı, geleneksel bir Türk ailesinde büyümüş bir kadın olarak yazıyorum. Daha doğduğum gün, hayatımın sınırları sanki çoktan çizilmişti. Bana hep “iyi bir eş seçmenin” hayattaki en önemli şey olduğu öğretildi. Nerede yaşayacağım, hangi işi yapacağım, hayatımı nasıl yaşayacağım hiç önemli değildi. Bana, “Güzel bir yuva ve iyi bir eş için dua et,” dendi. Sanki başka bir şey istemek, hayal kurmak, kendi yolumu çizmek yanlışmış gibi. Çocukluk hayallerim ve içimden gelen isteklerim, hep bu beklentilerin gölgesinde kayboldu.
Ama bir şeyden eminim: Kendi yolumdan sapmamak için her zaman savaştım. Bana dayatılan normların hayatımı tamamen kontrol etmesine izin vermedim. Hayatımda hiçbir zaman kalın kırmızı çizgilerin hüküm sürmesine izin vermedim. Bunun için dimdik ayakta durmaya çalıştım. Şimdi geriye dönüp baktığımda, “Başardım mı?” diye düşünüyorum ve gülümsüyorum. Belki de gerçekten başardım.
Kendi hayatıma ve çevremde benim tam zıttım şekilde yetiştirilmiş onlarca insana baktığımda şunu daha iyi anlıyorum: Kadınlara yüklenen roller yalnızca bizi değil, toplumu da zayıflatıyor. “İyi bir anne ol,” “fazla ses çıkarma,” “evine bak” gibi kurallar, sadece kadınların hayatını sınırlamakla kalmıyor, herkesin özgürlüğünü de kısıtlıyor. İnsan olarak hepimizin hayalleri, hedefleri ve kendi yolumuzu seçme hakkı var. Ama bu yolu bulmak cesaret istiyor. Hem de çok fazla cesaret.
Toplumsal normlar, çoğu zaman bizi korkularımızla yönetir. Ama korkuları sevgiye, dayatmaları özgürlüğe dönüştürdüğümüzde, hem kendimizi hem de dünyayı değiştirebiliriz. Peki, sizin hikâyenizi yazan kim? Toplum mu, yoksa siz mi?