Z Kuşağı ve FOMO
Z kuşağını yıllardır birileri tanımlıyor: Sabırsız, nankör, dayanıksız, çabuk sıkılan…
Ama bu kuşağın tam ortasında, 2000 doğumlu biri olarak şunu söyleyebilirim: O kadar dışarıdan göründüğü gibi değil.
Ben de Z kuşağı genciyim. Bu yazıyı da tam olarak bu yüzden yazıyorum. Çünkü yaşadığımız duyguları, o iç sıkışmasını, “her şeye geç kaldım” hissini çok iyi biliyorum. Hem kendimde hem arkadaşlarımda hem de çevremdeki 15-30 yaş arasındaki çoğu kişide görüyorum.
Biz biraz tuhaf büyüdük. Bir yandan “okursan, çalışırsan her şey mümkün” masalı anlatıldı. Diğer yandan sosyal medyada 22 yaşında şirket satmış, 25’inde yurtdışına taşınmış, 27’sinde “finansal özgürlüğünü ilan etmiş” insanlar izleyerek büyüdük.
Bu da bizde çok tanıdık bir duygu bıraktı: FOMO yani Fear of Missing Out.
Sadece işte değil. Evlilikte, ilişkide, seyahatte, kariyerde, hatta bazen hobi seçiminde bile. “Doğru” kararı kaçırmaktan korkuyoruz. “Yanlış” işte kalmaktan, “yanlış” insanla evlenmekten, “yanlış” şehirde yaşamaktan…
Sonuç ne oluyor? Ne yapsak eksik hissediyoruz. Seçtiğimiz işi beğenmiyoruz, seçmediklerimizi idealize ediyoruz. Gittiğimiz tatili değersizleştirip, Instagram’da başkasının gittiği yere özlem duyuyoruz. Bir ilişkideyken dışarıdaki ihtimalleri düşünüyoruz, yalnızken “benim nesi eksik?” diye soruyoruz.
Ve tüm bunların tam ortasında, bizden beklenen şu: Sabırlı olun. İşinizde kalın. Biraz katlanın.
“İşin var 3 kuruşluk maaşın da yatıyor, daha ne istiyorsun ki?”
“Eee, hayat herkese zor, azıcık dayan hemen ağlama.”
Buraya kadar anlattıklarım sadece kendi gözlemlerim gibi durmasın istedim. O yüzden ChatGPT’nin de desteğiyle biraz veri ve araştırma karıştırdım.
Ortaya çıkan manzara şuna benziyor:
Türkiye’de 15- 29 yaş arası her üç gençten biri ne eğitimde ne de iş hayatında. Yani neredeyse 4 milyon genç; ne okula gidiyor ne çalışıyor. Bu gençlerin önemli bir kısmı “ev genci” dediğimiz gri bir bölgede: evde, çoğunlukla internette, kendi hayatını başlatamadan başkalarının hayatını izleyerek vakit geçiriyor. Tiktok ekran süresi 6 saat, twitter’da da 3 saat geçirmiş, sadece bir şeyleri tüketmiş ve hiç üretime geçmemiş gençlerden bahsediyorum yani.
Bu yaşıtlarımın büyük bölümü halinden memnun olmadığını, ama ne yapacağını da bilmediğini söylüyor. Yani ortada sadece bir “tembellik” değil, sistematik bir tıkanma var. - Belki doğduğumuz günden beri başka bir hükümet göremediğimiz için gelen de bir umutsuzluk vardır.-
Diğer tarafta, iş hayatına bir şekilde girebilmiş olanlarımız var. Onlarla ilgili global veriler, Z kuşağının önceki nesillere göre çok daha sık iş değiştirdiğini gösteriyor. Bazı ülkelerde bizim kuşaktan her üç kişiden ikisi, bir yıl dolmadan işinden ayrıldığını söylüyor. Türkiye’de rakamlar birebir aynı olmasa da eğilim benzer: Z kuşağı çalışanların ortalama 2 yıl civarında iş değiştirdiğinden bahsediliyor.
Bu noktada klasik cümle geliyor: “Bu nesil de hiç sabretmiyor.”
Ama verilere ve çevremdeki insanların yaşadıklarına bakınca ben başka bir şey görüyorum:
· Yaptığımız işin anlamlı olmasını istiyoruz.
· Çalıştığımız yerin değerlerinin, bizim değerlerimizle çelişmemesini bekliyoruz.
· Öğrenmek, gelişmek, sorumluluk almak ve bunların karşılığını görmek istiyoruz.
· Sürekli kriz, düşük ücret, toksik kültür ve belirsizlik içinde “diş sıkmanın” artık bize bir artı değil, ruh sağlığı riski olduğunu fark ediyoruz.
Zaten çocukluk ve ergenlik dönemimiz boyunca sürekli kıyaslandık, sınavlarla boğuştuk, ekonomik krizlerle büyüdük. Üstüne bir de sosyal medyada 7/24 “başkalarının en iyi hâli”ne maruz kalınca, FOMO bizim için geçici bir duygu değil, kronik bir hastalığa dönüştü.
Evde kalan gençte, kurumsalda 1-2 yılda bir iş değiştiren genç de aslında aynı yerden yaralı: Yetersizlik hissi.
Evde olan, “Zaten kimse beni işe almaz, herkes benden daha iyi.” diye düşünüyor. Çalışan, “Bu bana yetmiyor ama bundan daha iyisini hak ediyor muyum, bilmiyorum.” diye sorguluyor. Yani farklı senaryolarda da olsak, hepimiz aynı soruyla boğuşuyoruz: Am I missing out on something?
Tam da bu yüzden, bence soru şuna dönmeli: Bize gerçekten ne sunuldu? İstikrarlı, öngörülebilir, insanca bir çalışma hayatı mı? Ulaşılabilir kira, barınma ve yaşam koşulları mı? Adil rekabet içeren, torpilin belirleyici olmadığı bir kariyer sistemi mi? Yargılanmadan ruh sağlığı desteğine ulaşabileceğimiz bir zemin mi?
Bu soruların çoğu için içtenlikle “evet” diyemiyorsak, bence bizlere -Z kuşağına- kızmadan önce şunu kabul etmeniz gerekiyor: Biz, sürekli kıyaslama ve sürekli yetersizlik hissi üreten bir dönemin içine doğduk. Ve bu dönemde “aynı işte 10 yıl kalmak”, “tek kariyer hikâyesi yazmak”, “tek şehre, tek hayata sadık kalmak” eskisi kadar mümkün değil.
Bu yazıyı, Z kuşağını dışarıdan analiz etmek için değil bu kuşağın içinden biri olarak, hissettiğimiz şeylerin ne kadar ortak olduğunu göstermek için yazıyorum.
Eğer kendinizi sık sık şöyle düşünürken yakalıyorsanız: “Geç kaldım.” “Yetişemiyorum.” “Benim hikâyem başlamadan bitti galiba.” Bilin ki bu duygu sadece size ait değil. Bizim kuşağın ortak iç sesi bu. Bence bundan sonra asıl konuşmamız gereken, “Z kuşağı neden böyle?” sorusundan çok:
Bu kadar FOMO’ya, bu kadar belirsizliğe, bu kadar kıyasa rağmen bizim gerçekten tutunabileceğimiz bir zemin yaratmak için ne yapıyoruz? Belki de asıl dönüşüm, o zemini birlikte kurmaya çalışırken başlayacak.


